“Çağırma büyüsüdür.Adı söylenen herhangi bir cismi veya nesneyi ve insanı çağırmaya yarar...”
Homurdanarak, William’a baktım. Ders çalışmaktan sıkılmış, ve William’ın mavi gözlerindeki huzursuzluğu fark etmiştim. Bunun akşam yemeğinde gelen mektupla alakası olduğunu düşünmeden edemiyordum. Sabah değil de, akşam yemeğinde 1. Sınıf bir Ravenclawlı tarafından William’ın eline tutuşturulan mektupla. Korkmuş gözüküyordu. Anlattıklarıma hiçbir tepki göstermeden, masanın üzerinde oynattığı ellerini izlemiş ve hiç kıpırdanmadan sandalyede öylece dikilmişti. Beni korkutuyor ve o mektupta ne yazdığını daha fazla merak etmeme sebep oluyordu. Bana bakmasını umarak hafifçe boğazımı temizledim. Hâlâ öylece duruyordu. Elimle zarifçe omzunu kavrayarak, sıktım. “William, bir sorun mu var?” Omzunu biraz fazla sıkmış olmalıyım ki inleyerek bana baktı. “Hey, canımı acıttın!” Sonunda beni duymuş olmasına sevinerek, fakat aynı zamanda canını yakmış olmama da üzülerek mahcup bir şekilde gülümsedim. “Şey.. Bir sorun olup olmadığını sormuştum. Şu, mektupla ilgili.” Gerildiğini hissettim. Omuzlarını dikleştirerek, oynadığı ellerini sıkmaya başlamıştı. Dikleştirdiği sarı saçlarının arasından yanaklarına kayan ter damlacıklarını görebiliyordum. Onu hiç bu hâlde görmemiştim. Her zaman rahat ve umursamaz olurdu. O mektupta umursanacak ne vardı ki? William, omzundaki elimi tutarak, kendinden uzaklaştırdı ve gıcırdayan tahta sandalyeyi geri ittirerek, ayağa kalktı. Oturduğum yerde şaşkın bir biçimde ona bakıyordum. Nesi vardı bu çocuğun? Telaşlı ve aceleci bir sesle konuşmaya başlarken, aynı zamanda etrafı kolaçan ediyordu. “Jessica, gerçekten çok üzgünüm fakat çalışmana bensiz devam etmek zorundasın.” Zaten, sessizce o sandalyede dikildiğinden, çalışmamı onsuz yapıyordum ve onsuz devam etmem sorun olmazdı. Fakat neden aniden gitmesi de kafamda soruların oluşmasına neden olmuştu. William, hızlıca kütüphane kapısından çıkarken, “William, senin derdin ne?” diye tiz bir şekilde bağırdım. Ya duymamış ya da umursamamıştı. Kütüphanedeki birkaç kişinin ise bana şaşkın şaşkın baktığını görebiliyordum. Onları umursamadan, sandalyemi hızlı bir şekilde ittirerek ayağa fırladım ve kütüphane kapısına doğru koşmaya başladım. Eğer bana derdini söylemiyorsa, ben öğrenecektim.
Kütüphaneden çıktığında, dar koridora sapmıştı. Bense duvarların arkasına saklanarak, onu izliyordum. Açıkçası, bu takip işinde iyi olduğumu da söyleyebilirdim. Koridorda, William’ın botlarından çıkan, boğuk sesten ve hızlı nefes alış verişlerinden başka hiçbir şey duyulmuyordu. Kendimi tebrik edercesine sırıttım. Fakat şu an kendimi övmekten daha önemli işlerim vardı. Hogwarts Bahçesi’ne açılan kapıya doğru ilerliyordu. Mektup her neyle alakalıysa, William’ın başını belaya sokacağa benziyordu. Arada sırada arkasına bakıyor, benim korkuyla bir duvarın arkasına saklanmama sebep oluyordu. Eğer beni, onu takip ederken yakalarsa, ömür boyu affetmeyeceğini biliyordum. Onun için, arkadaşlıkta hiçbir hata affedilemezdi ve ben on üç senelik arkadaşımı kaybetmek istemiyordum. Fakat, arkadaşımı gerçekten önemsiyorsam, onun iyiliği için bu riski göze almalıydım. Başka bir şekilde bitmesinden iyiydi. Ve, onu arkadaştan daha çok önemsediğimi bilmemesi de gerekiyordu. Çünkü onun, beni arkadaşı olarak gördüğüne emindim. Eğer, olur da ona farklı türde duygular beslediğimi anlarsa olacakları düşünmek bile istemiyordum. William, son bir kez daha arkasına bakarak kendini, karanlık, soğuk ve yağmurun habercisi olan kara bulutların gökyüzünü kapladığı bahçeye attı. Birkaç saniye sonra botlarımı nemli çamura batıra batıra, Hogwarts Bahçe’sinde, sevdiğim çocuğu korumak uğruna sessizce ilerliyordum. Botlarımı kirletmeyip, taş yoldan da ilerleyebilirdim fakat William, tekrardan şüpheci ruhuna yenik düşüp arkasına bakarsa diye çalılara yakın yürüyordum. Bu sayede, herhangi bir yakalanma durumuyla karşı karşıya kaldığımda, kendimi çalılıkların arkasına gizleyebilirdim.Yasak Orman’a doğru ilerliyordu. Aman Tanrım! Gecenin bu saatinde ormanda bu kadar önemli ne olabilirdi ki? Hem William, hem de kendim için korkmaya başlamıştım. Geceleri, kurt adamların ortaya çıktığı söyleniyordu. Ya da kötü, karanlık büyücülerin. Şu an, onu kolundan tutup, durdurabilirdim. Fakat, bunu yapmayacaktım. O mektupta yazılanları merak ediyordum ve zaten onun da beni dinleyeceğini pek zannetmiyordum. Öleceksek, beraber ölecektik.
Sonunda Yasak Orman’a girdiğinde, adımlarını yavaşlatarak, derin bir nefes aldı. Bense, ondan birkaç saniye sonra yavaşça ve sessiz adımlarla ormana girerek, onu gözetleyebileceğim bir ağacın arkasına saklandım. Fakat William, durmadan ilerlerken bunu yapmak o kadar kolay olmuyordu. O nereye, ben biraz yakınındaki bir ağaç arkasına. Sessiz olmaya çok özen göstersem de, yer değiştirirken yanlışlıkla bastığım dal parçaları, William’ı korkutup, etrafa tekrardan bir göz gezdirmesine neden oluyordu. Korkuma rağmen bu anlarda içimden gülmek gelse de, kendimi tutarak dikkatlice yoluma devam ediyordum. Ormanın havası boğucu ve ürkütücüydü. Arada sırada birkaç uluma yerimde zıplamama neden oluyordu. Fakat, William hiç etkilenmiş görünmüyordu. Bir an gözüme gerçekten cesaretli biri gibi gözükse de, dallara bastığımda yerinden hoplamasını hatırlayarak bu düşünceyi kafamdan attım. Tekrar başka bir ağacın arkasına geçerken, aniden durması beni endişelendirdi. Anlamış olabilir miydi? Fakat uzun süre, olduğum yere bakmayınca farklı bir nedenden durduğunu anladım. Bir ağacın altındaki çıkıntıyla uğraşmaya başlamıştı. Bir… Sandık gibiydi. Şaşırmayla karışık bir şekilde sırıttım. Yoksa bizim William, hazine mi bulmuştu. Fakat sandık o kadar antika gözükmüyordu. Biraz zorladıktan sonra sandığı açmış ve içinden yeşil renklerinde, tüylü, kitap gibi bir şey çıkarmıştı. İtiraf etmek gerekirse günlüğüme benziyordu. Ama günlüğüm olduğunu sanmıyordum. Sonuçta günlüğümün burada ne işi vardı? Cebinden bir fener çıkararak kitaba benzeyen şeye tuttu. Üzerinde bir yılan şekli vardı. Evet, bu benim günlüğümdü. Olduğum yerde kalakalmıştım. O günlüğün içinde, William’a karşı hissettiğim her şey yazılıydı. Ağacın arkasında yapabileceğim tek şey, onun bir arkadaş gibi davranarak o günlüğü açmaması ve bana vermesiydi. Fakat bu pek de ondan beklenebilecek bir hareket değildi. Günlüğün kapağını kaldırdığı an, bütün anılarımızın solup gittiğini ve arkadaşlığımızın bittiğini anladım. Gözlerimi, her şeyi bulanık görmeme neden olan yaşlar kaplamadan önce, net bir şekilde son gördüğüm, William’ın şaşkınlıkla günlüğü elinden düşürmesi ve ağaçların arkasında elini alnına götürmüş olan beni görmesiydi. “Bunu nasıl yaparsın Jessica? Sana güvenebildiğime inanamıyorum.” Kendimi daha fazla tutamazdım. Gözlerimi sıkıp, üzüntülü bir şekilde hıçkırmamla, gözyaşlarımın ormanın boğuk havasına karışması bir oldu. “William, lütfen beni dinle, açık-” Daha sözümü tamamlayamadan, William, bağırarak konuşmaya başlamıştı. “Her şey bitti Jessica. On üç yılı bu şekilde çöpe attın sen. Lanet olsun!” Ardından ise, eliyle bir ağaca vurarak yerdeki
günlüğü tekmeledi ve koşar adımlarla Hogwarts’a doğru ilerlemeye başladı. Bense adeta arkasından bakakalmıştım. Olayların bu şekilde geliştiğine inanamıyordum. Bu böyle bitmemeliydi, bitemezdi. Yanımdaki ağaçtan destek alarak, yavaşça kendimi ormanın soğuk ve nemli toprağına attım. Günlük, ormanın karanlığına rağmen, amacına ulaşmışçasına parlıyordu. Günlüğe, hiçbir yararı olmadığını bile bile birkaç küfür savurarak, başımı ağacın gövdesine dayadım. Ağaçların, dalları arasından zar zor görülen ay, adeta, “Kendin ettin, kendin buldun.” dercesine sırıtıyordu. Bu düşüncenin gerçekçiliğiyle kafamı sallayarak, dizlerimin arasına gömdüm. Her şey bitmişti.